Ve sinema…
(Didaktik Dış Ses : Cümleler bağlaçla başlamamalıdır ve paragraflar…)
Blog‘un yeniden açılışında sinema üzerine de yazmak istediğimi belirtmiştim. Kısmet düşegelenlerle dile getirdiklerimizi yazıya da getirmeye imiş. Biraz daha özelleştirmem gerekirse sinema üzerine sohbetlerimizi sadece hatırlarda kalmaktan bir nebze olsun çıkartmak istedim.
Kim bu düşegelenler?
Genellikle pazar akşamları online olarak bir araya geldiğimiz, önceki hafta birimizin seçtiği film üzerine konuştuğumuz, sinemaya düş-kün, benzer düşleri paylaşmak-tartışmak için ekranlarımıza gelen, değişken, küçük bir grup. Adını da şimdi kendimce kodladım. Saklımız gizlimiz yoksa da şimdilik isim vermiyorum. İlginizi çekiyorsa sizle de yeni düşlerde yürüyebiliriz. Daha ne diyebilirim ki?
“Daha” demişken… Bu haftaki filmimiz Onur Saylak’ın yönettiği Daha’ydı.
Daha (More) [2017] {111′} ; Y. Onur Saylak ; TR, AR
Bu ve sonraki yazılarımız için künyemiz, anlaşılabileceği gibi: Filmimizin isimleri, yılı, süresi, yönetmen(ler)i ve dillerinin kodları.
Yine belirtmek isterim ki masaya yatırıp tartıştığımız, sadece dile getirdiğimiz yahut toplantımızda hiç bahsi geçmemiş konu başlıklarına kimi zaman kendi yorumumla yer verebilirim. Detay verebilirim, ama genellikle vermem. Özel olarak “spoiler” uyarısı beklemeyiniz.
Küçük(?) bir kelime ;
Film ile ilgili yazılarda Hakan Günday’ın romanından uyarlandığı (“adapted from”) ifadesine rastlasak da kapanış jeneriğindeki “esinlenilmiştir”e dikkat etmek gerekir.
Dış sesler ;
Gaza’nın (Ana karakterin) düşüncelerini, farklı bir sesle film açılışında ve sonrasında 3 kere daha dinliyoruz. Gaza’nın neler düşünerek, nasıl babasına dönüştüğünü anlamamız için ışık tuttuğunu söyleyebiliriz. Biraz da geriye giderek bakmak gerekirse; ne badirelerin içinden sağ çıkmış olanların çocukları olduğumuzdan, kendi esaretinin gardiyanlığından, muğlak bıraktığı kendi korkaklığından ve dahası da yerinde oturduğu babasının bir zamanlar dünyanın nasıl da en önemli insanı olduğundan bahsediyor Gaza. Yaşadıkları ve anlattıkları kötülüğün, örgütlü kötülüğün nedenini sunmakta mıdır? Yahut umutla, köprüyü geçeceği güne kadar organize vahşeti kendince idare edebilen, çalışkan, romantik bir ergeni gaddar bir megalomana veya bir yetişkine mı dönüştürmüştür?
Yalnız kalma korkusu ;
Ahad’ın bu korkusunu ilk sahneden, görüldüğü son sahneye kadar her ne kadar iliklerime kadar hissetmiş olsam da… Sadece yalnız kalma korkusu diyebilir miyiz? Her adımında işinin, konfor alanının bozulmasından korkmuyor mu? Küçük bir yazı eklemesi ile gıdım gıdım lütfetme yoluna girdiği otoritesinin sarsılması ruhunu kemirmeyecek midir? Peki ya köpeklerden ne istemektedir? Sorun, aktarmalı gecelerde huzurunu bozması mıdır, yoksa onlara da patronun kim olduğunu mu göstermek istemiştir?
İşleyişin içinde daha insancıl…
Diyorduk ki, çok da kolay olmayacağını fark ettik. Edebiyatla ilgilenmeleri, karada ve suda ayrı motorlarla kendilerince bir hayat yaşamaları, ilkelerinin olması, bir gence sahip çıkabilmeleri yeterli miydi? Yoksa kendilerine benzetmek, başlarına dert açmamak, ilerisini pek de düşünmeden kangrenli kolu kesmek gibi sadece daha ilkel eylemler miydi izlediklerimiz? İşe yaradı mı peki?
Ucu fazla açık durumlar ;
Şahsen filmlerde sevdiğim bir durumdur. Ancak gerçekçilik çizgisinde ilerleyen bir filmde ‘mantık hatası mı var?’ diye düşündürüyorsa, olabilirliğine ikna edilemiyorsam… Kendimizi toplu rahatsızlık seanslarında bulabiliyoruz. Misal diyorum, ben diyorum, babamın pandora kutusunu isteyerek veya yanlışlıkla açsam… O kutuyu veya konuyu iz bırakmadan kapatabilir miyim?
Filmin değindiği temel konulara ve yönetmenine dair, ya da başka bir deyişle bende en yoğun tat bırakan konu başlıkları ;
Baba-Oğul çatışması, film karakterlerinin uzlaşmazlığı, temel ve asgari ihtiyaçlar, tanrıcılık, mülteciler, ilk film hatalarına düşülmemesi, kameranın bizi karaktere veya sahneye hazırlaması not düşmek istediğim başlıklardı. Bir ışık da mülteci kısmına tutarsak; mültecilerin birikimleri, eğlenceleri, geride bıraktıkları, umutları, acıları ve hepsinden de önce hayatta kalabilmeleri bende iz bıraktı.
Her düşegelişimizin tuzu biberi ise filmle doğrudan olmayan konulardı tabii ki. Babylon Berlin’den yola çıkarak Sabahattin Ali’yi andık, yanı başımızdaki bir mültecinin hikâyesini dinledik ve ortada yine bir senaryo fikri vardı.
Biz düşegeldikçe çiçeği burnunda bu seri de devam edecektir. Sanatla kalın, esen kalın…
(Aslında Hiç Susmamış İç Ses : Ah şu içimdeki, ah şu kör olası, önceki kendi gibilere bağlama arzusu…)
İlk Yorumu Siz Yapın