Doktor, baba adam çıktı. Beni dinledi, bana acıdığından mıdır, yoksa hiç inanmadığından mıdır bilemem ama rica mı sorgusuz sualsiz gerçekleştirdi. Deli gömleği giydirmedi ama, iki koltuk altıma kapı gibi iki hasta bakıcı verdi ve doğru tek yataklı bir odaya gönderdi beni. Kapıları ve pencereleri kapattığımda hala bir miktar ses gelse de çabuk uykuya dalmış olmalıyım ki, yatağa oturduğumdan sonrasını hatırlamıyorum.
Ses yalıtımlı bir oda beklimiştim, ama dışardan gelen karımın sesiyle uyandım. Uzaktan bakmak istiyordu bana, bilirim, uyurken beni izler de ne halde olduğumu anlardı. Doktorum bırakmamakta ısrar etti. Konuşmalar kesildiğinde fark ettim ki duvarda da bir saat vardı, akşam ezanı okunmak üzere. Beni yatırdıklarında güneş yeni batıyordu. Az bir uyku hiç bu kadar bir anlık da olsa iyi gelmemişti.
Yarım saat yatakta boş boş oturduktan sonra patronumun sesini duydum. Karıma, benim hakkımda iltifatlar düzüyordu. Şerefsiz! Daha bugün son belgeyi imzalatırken sayıp sövüyordu. Daha mürekkebi kurumamıştı o belgenin…
Birden aklıma geldi, nerden öğrenmişti burada olduğumu da gelmişti? Bir anda dışarı çıkıp, boğazına yapışıp hesap sormak vardı ama, yemedi. İşten kovulmak da vardı, hazırda bulduğum huzurun sona ermesi de, nasılsa öğrenecektim.
Cama patilerini vuran birkaç aylık kediyi içeri alıp bir süre onunla oyalandıktan sonra dışardan gelen sesler artmaya başladı, biraz daha kapının yakınına geldiklerinde sahiplerini tanıdım. Annemle babama aitti sesler. Babamın ya sabır çekişine, annemin konuşmasının hızına, sesinin inceliğine ve şiddetine bakılırsa bir saattir münakaşa ediyorlardı. Annem hızını alamayarak gelinine yöneltti saldırıları. 10 dakika kadar kavgalarını dinledikten sonra sütten çıkmış ak kaşık olan (!) patronum konuşmaya başladı, yine iltifatlar yağdırarak. Yalnız nasıl oldu bilmiyorum ama bu sefer ilk defa işe yaramıştı. Artık bir ton ses duymak zorunda kalmamıştım, sadece kendi konuşarak hepsini kendisi de dahil herkesi kapının önünden uzaklaştırdı.
Aklıma eve verdiğim zayiat geldi bir anda. Bir iki yemek takımı, üç beş bardak atmıştım yere. Yatağa uzanırken elimde bir pencere kolunun olduğunu hatırladım. Hatırladığım son yüksek sesse, çarptığım kapının çıkardığı ses değil, aynı kapının kırılan buzlu camının sesiydi. Bende bir şey yoktu da, umarım bizimkiler yaralanmamıştır diye düşündüm. Bir de onları yaptırması vardı, Zaten iki yakamız zor bir araya gelirken bir de o masraflar çıkmıştı. Değer miydi üç saatlik huzura?..
Dışarıya çıktığımda hemen yanlarına gitmedim, uzaktan izledim. 4’ü de el kol hareketleriyle hala beni kimin delirttiğini (?) tartışıyorlardı.
Bu yazı daha önce 11.11.2007 tarihinde Milliyet Blog’da paragrafları belli bir kalıba sokularak resimle birlikte Psikoloji kategorisinde yayınlanmıştır, şu ana kadar 293 defa görüntülenmiştir. Resim Devekuşu Kabaresinin “Deliler” oyunundan alınmıştır.
İTÜ İşletme Mühendisliği Kulübü bülteni olan KAÇMA’nın 23.10.2007 Tarihli 25. Sayısında da kendim adını verdiğim “Delidir(?), ne yazsa yeridir!..” köşesinde yayınlanmıştır.
Daha sonrasında İTÜ’deki resmî internet sitemde de yer almıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın