"Enter"a basıp içeriğe geçin

Kadıköy Kadıköy

KADIKÖY KADIKÖY (1)

İsminin nereden geldiğini ya da tarihini bilmem ama bu sefer sizlere Kadıköy’den bahsedeceğim. Bir buçuk sene içinde tanıdığım kadarıyla Kadıköy’ü anlatıp, “Yurdum insanı ya…” diyebileceğimiz tatlı anları paylaşacağım.

Ve sonra da sizlere soracağım, “Bu Kadıköy’de ne buluyor olabilirim?”

Kadıköy’le tanışmam kayıt için İstanbul’a gelişimizin ikinci gününe rastlar. Amcam bizi Maçka’da bıraktıktan sonra görevimiz fakülteyi tanımak (Fakülte boşken nasıl olacaksa?), Beşiktaş’a inip hasret gidermek (Bu, babam için geçerli idi.) ve daha sonra da Kadıköy’e geçerek amcamdan gelecek haberi beklemekti.

İçeride yolculuk ettiğimizden vapurun zevkini o gün alamamıştım, ama vapurun durduğu yer görülmeye değerdi.

Sağa döndüğümüz zaman alabileceğine uzanan çay bahçeleri vardı. Masalar aynı, sandalyeler aynı; sınırlarsa sözlü anlaşmalarla (?) birbirinden ayrılmış; tek tek düşünüldüğünde birkaç metrekareye yayılan ufak çay bahçeleriydiler. Kıyı boyuca uzanıyorlardı. Kimler gelmiyordu ki oraya. İstanbul çiftleri en has müşterileriydi. Bunun dışında vapurun bekleyenler, hafta sonunu dışarıda geçirmek isteyenler, bizim gibi kayıta gelip de İstanbul’a tamamen yabancı olanlar, ayakkabı boyacıları, seyyar piyangocular, ne tuttursam kârdır diyen satıcılar, kediler-köpekler, kuşlar… Sudan çıkabilse-lerdi, eminim ki, balıklar da eksik kalmazlardı. Zaten onlar da, kuşlara yem atmaktan sıkılmış birkaç afacan tarafından arada sırada besleniyorlardı.

O ince koridoru ve iki tarafında hayvan satıcılarını unutmamak lazım. Soldaki dükkanlar sırtını yola verirken sağdakiler de çay bahçelerine komşu idi. Kedi, köpek kuş vs. severlerin kolay kolay ayrılamayacağı açıktı. Hem oradaki sohbetler de daha hoştu.

Kimisi hayvanların kendisiyle konuşuyordu, kimisi ise dükkân sahibiyle. Yanındakine hayvanları gösterip onların hoşluğundan bahsedenler de oluyordu. Bunlar genel olarak anne-babasından izin alamadığından hayvanlara belli bir mesafeden daha fazla yaklaşamayan, gösterme taktiği ile duygu sömürüsü yapan çocuklar oluyorlardı… Peki, orada neler duyabilirdiniz?

“Ver bakalım ablaya patiyi… Aferin!” Genelde yavru bir kediyle konuşan hayvansevere ait kelimelerdi bunlar. Unutuyordu, hapse-dildiği takdirde yavru kediler de can yakabilirdi. Hoş! Bunu unutup, babamı çıldırtanlardan birisi de bendim ya neyse…

“Isırır mı?” Dişleri çıkan bir timsah için ya da dişleri çıkmamış bir kedi için sorulduğunda pek mantıklı olmuyordu aslında.

“Abi/Abla/Canım, dokunmak yasak! Gözünüzle sevin.” ‘Ne değerli itin varmış!’…

“Sizde iguana bulunur mu?” Değişik bir zevk sahibi… Aslında iguana bulunan dükkanlar da vardı ama o nedense başka bir dükkana sormayı tercih etmişti.

“(So) Sorry, I don’t understand you” İngilizce bilen bir genç imdada yetişmezse cevap yine 50 kelimelik kapasitesi ile akıcı bir şekilde Kapalıçarşı İngilizcesi konuşabilen dükkan sahibinden gelirdi: “Don’t touch, only watch!”

“Ay sen ne şekersin öyle, adın ne senin?”, “Hav, hav. Hav!” Bunlarda hayvanlarla iletişime geçme çabaları. Haliyle yaşa göre farklılık gösteriyor.

İki dükkan sahibinin aralarında konuşlarından duyduğum bir cümle ise şaşırtıcı idi: “Şu iti de satsa idik, yövmiyeyi(yevmiye demek istiyor) doğrulturduk.” Zannedersiniz köpek özel bir tür. Bildiğim sokak köpeğinden farkı, kemiklerinin de sayılabiliyor olması idi.

Devam edecek…

* * * * * * * * * * * * *

20. sayıda başladığım Kadıköy’le ilgili yazıma devam ediyorum. Hatırlatmak için: İlk yazıda ilk defa babamla Kadıköy’de bulunmamızı ve şimdi kaldırılan sahil çaycılarından ve evcil hayvan satan kulübelerin bulunduğu yerden bahsetmiştim. (20. sayıdaki yazıdan devamla…)

KADIKÖY KADIKÖY (2)

Ertesi gün yine Kadıköy’de idik. Bu sefer de biraz gezelim de ne var ne yok görelim dedik. Çarşı kısmına doğru gittik. Çarşısı bir hayli genişmiş meğer. Gördüğüm yola bakan, gri renkli bir duvar nedense bana Adana’daki Yağ cami’yi hatırlattı. Anladım ki, İstanbul insanı aslında çok misafirperver imiş. Hangi lokantanın, kafenin, restoranın önünden geçtiysek bizi davet ettiler.

Kitapçıların olduğu sokak ise, tam bir serbest piyasa örneği. Aynı defteri dükkanın birinde 5 liraya, diğerinde ise 10 liraya sorduğumuzu hatırlıyorum.

Karnımız acıkınca otobüs caddesinin diğer tarafına sandviççilerin olduğu yere doğru yürüdük. Burada da serbest piyasa örneğinin bir diğer türünü gördük. Sadece fiyatlarıyla konuşmuyordu buradakiler. Alttan ısıtmalı dolaplarını sokağa döndererek hepsine ayrı bir isim verdikleri sandviçleri adeta sergiliyorlardı. Bununla da yetinmeyen ustalar müşteriyi kandırmanın başka bir yolunu daha bulmuşlardı:

“Abi burası malzemeyi dolduruyor. Kesin doyarsınız!”

Kalkarken gerçekten de doyduğumuzu hissettik.

İlk gidişlerimden, Kadıköy’e dair aklımda kalanlar bunlardı. Bir de dev bir balon vardı, çay bahçelerinin ilerisinde. Kiralanıyormuş, Kocaaa İstanbul’u devede kulak kalabilecek bu balondan izleyebiliyormuşsun. İlginç anılarım daha sonra AIESEC’te Arkadaşımla Tanış (Meet My Friend) projesinde görev aldığım sıralarda oldu. Görevim gereği haftada en az bir kere Kadıköy’den geçmek zorunda idim. Bir de Pazar günleri akşama doğru iskelede toplanmamız gerekiyordu.

Çiçekçileri, çalgıcıları ve balıkçıları da bu zamanda tanıdım. Hepsinin dilleri haliyle farklı idi. Çiçekçiler, çiçeğini sergileyip fiyatını söylerken, balıkçıların gözü bir yandan müşterilere takılıyor diğer yandan da mesai saatleri dahilinde zabıtaları kovalıyordu. Çalgıcıların dili ise çoğu zaman çalgılarından ibaretti.

O AN’LAR:

1.Erişkin birisi yere dizlerini vermiş. Yine yere koyduğu darbukasını bacakları ile desteklemiş, yolcuların vapurdan çıkış kapısına nazır darbukasını konuşturuyor… Yanında da üç tane çocuk var. Babaları olduğunu düşündüğüm(?) adamla aynı pozisyonu almışlar, daha ufak birer darbuka ile eşlik ediyorlar. Basit de olsa hızlı olan ritmi aynı anda sürdürüyorlar. Çocukların babalarından farkı ise darbukalarının küçük olması ve vapurdan inenlere gülümseyerek bakmalarıydı.

2.Hafta sonları iskelenin önüne stantların kurulduğu olurdu. Bazen Kadıköy’ün ortasında Beşiktaş leyhine nara atanları, bazen de bir karavandan Fenerbahçe malzemeleri alanları görmüşlüğüm oldu. Yine bir hafta sonu, dershanenin birisi konser düzenlemiş de şarkıcının birisini getirmiş. İskelenin yanına da sahneyi kurmuşlar. Sahnedeki kendisini milyonları peşinden sürükleyen bir sanatçı gibi görüp, bi anlaşılmaz şarkıdan diğerine geçerken görmek istemediğim o sahneyi gördüm: Takım elbiseli, sivri ayakkabılı, kalıplı bir adam 15 yaşlarındaki bir kızla 30 yaşlarında bir kadını el işareti ile yanına çağırıyor. Onlardan kazandıkları parayı istiyor. Kadın, henüz kazanamadıklarını söylüyor. Kız ise kendisinden emin: “10 dakika daha dur, hemen toplarım paraları.” Fos bıyıklı adam ise sinirleniyor. “Çabuk olun. İşim var, birazdan gidecem ben.” Ana-kız kalabalığın arasına dalıyorlar. Kız göbek atmaya başlıyor. Annesi ise, gönlünüzden ne koparsa hesabı izleyicilere bakıyor. Adam mı? Sanmayın ki onları takip ediyor. Halinden memnun, banklardan birisine oturmuş, sigarasını yarılamış bile…

Kadıköy denir de “boğa heykeli”nden bahsetmemek ayıp olur.

10-15 defa Kadıköy’e yolum düştü de, bir gece vakti “boğa heykeli” nerede diye sorduğumu da hatırlarım. Tabi İstanbul ağzı ile. Önce birisine soruyorsun. O görüş alanından çıktığı zaman bir diğerine. En az beş kişiye sorunca aklında bir şeyler oluşmaya başlıyor. Nitekim, son derece kendinden emin bir şekilde balon’un olduğu yönü göstermişti. Sonradan öğrendim ki, Kadıköy’de bazı adres tarifleri bu heykele göre yapılırmış.  (devam edecek)

* * * * * * * * * * * * *

KADIKÖY KADIKÖY (3)

Soğuk bir öğlen vakti, durakta otobüs bekliyorum. Yaşlıca bir bayan da bizimle beraber bekliyor. Çok geçmeden olayın baş kahramanı geldi: 40 yaşlarında, üşümüş bir adam

Bayanla konuşmaya başladılar…

Hava ne kadar da soğuktu…

Annesi iyi ki de kazak giymeye ikna edebilmişti…

Bu soğukta işi olmayanın karşıya geçmesi akıl kârı değildi…

Sonradan söz nereden geldi ise, eskiden oturdukları evlere geldi. Komşu olduklarını bütün durakta bekleyenler olarak öğrendik. Sadece bunu mu? Adamın akrabalarının hayırsız olduğunu da.

Daldığım bir anda, konunun nereden aktığını bile tahmin edemeyeceğim bir cümle geçti:

“Ben prematüre doğmuşum.”

Otobüs geldiğinde kadının otobüse yöneldiğini görenlerin ortak bir duası vardı: “İnşallah adam da binmez.”

Şimdilerde pek göremiyorum ama Kadıköy’ün en esprili yanını atlamak olmaz:

ABİ CD LAZIM MI?

Bunu da size internetteki bir sohbette anlattığım şekliyle aktarıyorum.

bir gün birisini kafaya aldım zaten… / her zamanki gibi ‘abi cd lazım mı abi’ diye taciz etmeye başladı / ben de kafamı çevirdim, / çeksin gitsin diye ‘yok’ dedim… / ama adam kazma olduğundan olsa gerek anlamadı (?) / birkaç defa daha sordu. / bu adamlar saniyede birkaç kere sorabildiklerinden / bu sormalar kısa zamanlarda gerçekleşiyor tabi / ondan sonra ben güldün yine ‘yok’ dedim… / bu sefer soruyu ters çevirdi, tazeymiş gibi tekrar ikram etti: / ‘lazım değil mi abi?’ / kendimi gülmemek için zor tuttum / alaycı bir tavırla; / ‘ne cd’si var mesela sizde’ dedim / tabi adam bu alaycı tavrımı anlamadı… / anladıysa bile, / hala

pazarlama yeteneğini (!) konuşturarak belki ikna ederim ümidiyle anlatmaya başladı… / saniyede 6-7 kelime söyleyebiliyor tabi… / yoksa o kadar adama nasıl yetişsin 🙂 / ‘abi, / müzik CDsi var / film CDsi var / oyun CDsi var… / istediğin var mı abi…’ / suratıma bakınca pek sallamadığımı ilk defa(?) anladı. / devam etti: / ‘program CDsi var / boş cd var…’ / ondan sonra… / can damarından vurmak isteyen bir tavırla / kulağıma eğildi… / ‘porno cd var abi?’ / dedi / af edersiniz p******* tipi mi gördü nedir. / … / tabi ben yine gülmemek için kendimi zor tutuyorum… / adam son kozunu da oynadıktan sonra / ben de son kere konuştum / ‘yok abi, bana CD hiç lazım olmuyor… / bizim üniversitede / paylaşım çok hızlı / ben ordan hallediyorum.’ dedim / adam sonunda(?) anladı / ‘peki abi,’ / ‘canın sağ olsun…’ / ondan sonra… / bu sohbet ne kadar hızlı geçse de / adam, benle 10 15 adım gelmişti / geriye döndü / ve asıl yerine doğru gitmeye başladı /   ama daha iki adım atmıştı ki… / başka bir keklik (!) buldu: / ‘abi CD lazım mı?…

MODADA

Özel olmayan bir kız arkadaşımla bir ramazan günü Haldun Taner Sahnesinin önünde buluşup Moda sahiline gittik. Manzara, deniz, koşu ve bizikler yolları, ağaçlar… güzel. Hatta İstanbul’da ikinci defa deniz kokusu aldım.

Gel gelelim, gül satan, fal bakan (?), dilencilik yapan çingeneleri var ki sohbetin orta yerinde gelmeleriyle ünlüdür bunlar. İki tanesini savuşturduktan sonra birisi geldi, kendisinden dinleyelim:

“Abe şu güzel kızın yüzü için bir gül alıp vermez misin?” (…) “İjimden geldi, uzat da elini falına bakayım. … Abe ben kaşlarının arasından anlarım, seni iki tane çekemeyen var, uzat da elini sana onların adını vereyim.” (…) “Bu keçi sakallı (top sakalımdan bahsediyor)  dayıdan hayır geleceği yok, ben gideyim.”

 

 

İTÜ İşletme Mühendisliği Kulübü bülteni olan KAÇMA’nın
   20 Şubat 2007 Tarihli 20. ,
   Kasım 2007 Tarihli 26. ve 27. sayılarında
kendim adını verdiğim “Delidir(?), ne yazsa yeridir!..” köşesinde yayınlanmıştır.
Daha sonrasında İTÜ’deki resmî internet sitemde de yer almıştır.

Beğenebilir / Takip edebilirsiniz.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir Cevap Yazın

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial